Tarih, kazananlar tarafından yazılır. Bu yüzden bir dönem sona erip yenisi başladığında, eski döneme dair anlatılar genellikle karikatürize edilir, basitleştirilir ve ötekileştirilir. İslam öncesi Arap toplumu için kullanılan "Cahiliye" kavramı da, tarihsel süreçte anlam kaymasına uğramış, en yanlış bilinen terimlerden biridir. Bugün ortalama bir tarih okuruna o dönemi sorduğunuzda; okuma yazma bilmeyen, medeniyetten uzak, sadece putlara tapıp kız çocuklarını gömen "ilkel ve aptal" bir toplum hayal eder.
Oysa dönemin siyasi ve sosyal yapısına mercek tuttuğumuzda, karşıma çıkan tablo hiç de "cahil" bir toplum tablosu değil. Aksine; diplomasisi, şiiri, ticaret ağları ve senatosu olan son derece karmaşık ve sofistike bir yapı görüyorum.
Öncelikle dilbilimsel bir düzeltme yapmak gerekir. "Cahiliye" kelimesi, sanılanın aksine "bilgi eksikliğinden" türemez. Bu kelimenin kökü, "yumuşak huyluluk" kavramının zıttı olan "sertlik, kabalık, öfke ve barbarlık"tır. Yani o döneme bu ismin verilme sebebi insanların aptal olması değil; kabile fanatizminin, kan davalarının ve güçlünün zayıfı ezdiği sert sosyal kuralların hakim olmasıdır. Zihinsel bir karanlık değil, sert bir toplumsal hiyerarşi söz konusudur.
Bu toplumun zeka seviyesini anlamak için şiirlerine bakmak yeterlidir. İslam öncesi Arap toplumunda şiir, bugünün "medyası" idi. Ukaz Panayırı'nda düzenlenen şiir yarışmaları, Antik Yunan'daki retorik tartışmalarından aşağı kalır yanı olmayan entelektüel düellolardı. Kabe'nin duvarına asılan şiirler, o toplumun dil ve edebiyatta ulaştığı zirveyi gösterir. Kelimelerle dans eden, hafızası bu denli güçlü ve hitabeti bu kadar yüksek bir topluma "bilgisiz" demek, oryantalist bir sığlıktır.
Siyasi açıdan bakıldığında da Mekke, başıboş bir kabile yerleşimi değil, oligarşik bir Cumhuriyet görünümündeydi. Şehrin yönetimi tek bir kralın elinde değildi. "Darü'n-Nedve" adı verilen bir meclisleri vardı. Savaş kararları, ticaret anlaşmaları ve nikahlar burada, kabile reislerinin oylarıyla karara bağlanırdı. Bu yapı, Bizans ve Sasani gibi iki dev imparatorluğun arasında, İpek ve Baharat yollarını yönetebilecek kadar diplomatik zekaya sahipti. O dönemin liderlerinin komşu devletlerle kurduğu diplomatik ilişkiler incelendiğinde, ortada çok ciddi bir "Devlet Aklı" nüvesi olduğu görülür.
Sonuç olarak İslamiyet'in doğuşunu ve Muhammed'in getirdiği sistemin neden bu kadar büyük bir devrim yarattığını anlamak için, yıktığı yapıyı doğru analiz etmek gerekir. Muhammed, "aptal" bir topluma değil; zeki, kibirli, ticareti bilen ve kendi kurduğu ekonomik düzeni korumaya çalışan "güçlü" bir statükoya karşı mücadele etmiştir. Tarihi olayları teolojik romantizmle değil, sosyolojik gerçeklerle okuduğumuzda; meselenin bir zeka sorunu değil, bir sistem çatışması olduğu netleşecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder