Korkut Çetin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korkut Çetin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12/12/2025

Bor Rezervi Neden Türkiye'yi Hala Zengin Etmedi? Bir Şehir Efsanesinin Anatomisi

Bundan yıllar önceydi. Arabamın motoruna bir katkı maddesi ekletmek için sanayide, küçük bir dükkandaydım. Ürünü satan arkadaş, elindeki kutuyu bana uzatırken gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi. Bu, sadece bir satış heyecanı değildi; sanki bana bir araba parçası değil, ülkenin kurtuluş reçetesini sunuyordu.

"Abi," dedi sesini alçaltarak, "Bunun içinde Bor var. Biliyorsun değil mi? Türkiye yakında çok zengin olacak. Bu bor var ya, bu Türkiye'yi uçuracak. Amerika'sı, Rusya'sı... Hepsi önümüzde diz çökecek. Ama işte, izin vermiyorlar..."

Karşımdaki insanı kırmak istemedim. Kendi halinde, ekmeğinin peşinde, belki de hayatın zorlukları karşısında tutunacak "milli bir dal" arayan, samimi bir vatandaştı. Onun o heyecanlı, umut dolu ama bir o kadar da temelsiz anlatısını dinlerken, aslında toplumumuzun derin bir psikolojik yansımasını görüyordum.

Biz, Osmanlı'dan bu yana "kaybetmişlik" hissini üzerinden atamamış, dünya liginde tekrar "oyun kurucu" olmak isteyen ama bunun yolunu çok çalışmakta değil, toprağın altından çıkacak sihirli bir "kurtarıcıda" arayan bir topluma dönüştük. Bu "eziklik" psikolojisi ve "yeniden büyük olma" arzusu, sosyolojik açıdan başlı başına incelenmesi gereken derin bir konu. Bunu, "Toplumsal Travma ve Kurtarıcı Beklentisi" başlıklı başka bir yazımda detaylıca ele alacağım için şimdilik bir kenara bırakıyorum.

O gün o dükkandan çıktıktan sonra bu "Bor Efsanesi" peşimi bırakmadı. Her seçim döneminde ısıtılıp önümüze kondu. Tıpkı her seçim öncesi Karadeniz'de veya Akdeniz'de rekor rezervli doğalgaz bulunması gibi, bor madeni de siyasetin "umut tacirliği" tezgahında hep başköşedeydi. Kimi zaman "Lozan yüzünden çıkaramıyoruz" dendi, kimi zaman "Teknolojimiz yetmiyor, çok derinde" gibi şehir efsaneleri üretildi.

Bir araştırmacı olarak, bu "kahvehanedeki umut" ile "laboratuvardaki gerçek" arasındaki uçurumu merak ettim ve verilerin derinliklerine indim. Sonuçlar, o sanayideki arkadaşı üzecek ama rasyonel düşünenleri aydınlatacak türden.

Gerçek 1: Bor Var mı? Evet, Hem de Çok. Şehir efsanesi değil, gerçek: Dünya bor rezervlerinin yaklaşık %73’ü Türkiye’de. Yani tekel biziz. Rakiplerimiz ABD ve Rusya’nın rezervleri bizim yanımızda "numunelik" kalır.

Gerçek 2: Neden Zengin Değiliz? "Un Var, Helva Yok." Sorun şu ki; biz yıllarca bu madeni topraktan çıkarıp, çuvala doldurup "hammadde" olarak sattık. Tonunu 300-400 dolara sattığımız boru, yabancılar işleyip bize tonu 40.000 dolara "zırh malzemesi" veya "teknolojik ürün" olarak geri sattı. Petrol piyasası trilyon dolarlarla ifade edilirken, dünya bor pazarının tamamı (işlenmiş ürünler dahil) sadece 4-5 milyar dolar seviyesinde. Yani elimizdeki tüm boru satsak bile, Türkiye’nin dış borcunun faizini bile zor öderiz. Bor, petrol gibi tek başına zengin eden bir yakıt değil, sanayiyi geliştiren bir "tuzdur". Yemeğin tuzu boldur ama yemeğin kendisi (teknoloji) yoktur.

Gerçek 3: Siyasi İrade ve Kısa Vadeli Rant Siyasiler, 20 yıllık sabırlı bir Ar-Ge yatırımı ve endüstrileşme planı yapmak yerine; "Bakın ne kadar çok rezervimiz var" diyerek oyu hemen almak istediler. Boru yüksek teknolojiye dönüştürecek tesisleri kurmak, bilim insanı yetiştirmek "sıkıcı ve uzun" bir işti. Oysa "Lozan engelliyor" yalanına sığınmak veya ham maddeyi satıp sıcak parayı kasaya koymak çok daha kolaydı.

Sonuç Olarak: Bor madeni, Türkiye'yi anlatıldığı gibi "oturduğu yerden" zengin etmeyecek. ABD veya Rusya, sırf bizde bor var diye önümüzde diz çökmeyecek. Ancak; doğru bir siyasi iradeyle, hamaset yerine bilime, hammadde ihracatı yerine yüksek teknolojiye (Bor Karbür, Nükleer Enerji, Hidrojen Yakıtları) odaklanan 20 yıllık istikrarlı bir strateji izlenirse; bor bizi zengin etmese de, "saygın ve güçlü" bir sanayi ülkesi yapabilir.

Mesele toprağın altındaki taşta değil, toprağın üstündeki kafada.

11/12/2025

Artık Goodreads'teyiz: Küresel Okurlarla Buluşma

Değerli okurlarım, Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı kitabımız artık dünyanın en büyük kitap platformu Goodreads'te listeleniyor. Hem Türkçe hem İngilizce edisyonlarımıza dair yorumlarınızı paylaşmak, puan vermek ve benimle kitap üzerine tartışmak için profilimi takip edebilirsiniz.

Profil Linkim: https://www.goodreads.com/korkutcetin

09/12/2025

Veda Edemediğim Dostlarıma Bir Mektup

Mısır Prensi Mavi ve Koruyucu Hera (Bölüm 2)

Dün, tozlu rafların arkasında kalan 1975’in Fino’sunu ve 1976’nın Minnoş’unu anlattım. Onlar, çocukluğumun masumiyetine eşlik eden, vedasız ayrıldığım dostlarımdı.

Ancak "Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı"nı sadece geçmişin hayaletleri için yazmadım. Bu kitabı asıl yazdıran, bugün yanımda nefes alan sadakat ve kucağımda son nefesini veren o "yarım kalmış" hikâyedir.

Romanımdaki o büyük macera, aslında evimin salonunda yaşanan gerçek bir "kurtarma" hikayesinin yankısıdır.

Hera: Kurgu Değil, 10 Yıllık Gerçek

Kitabın sayfalarını çevirenler, orada Hera adında, askeri disipline sahip, cesur ve koruyucu bir Doberman görecekler. Okurlar bunu, yazarın heyecan katmak için yarattığı bir karakter sanabilir.

Oysa Hera, şu an bu satırları yazarken ayaklarımın dibinde yatan, 10 yıldır hayatımın tanığı, evimin bekçisi olan gerçek dostumdur.

Romanda, yavru kedi Mavi'yi bulup koruması altına alan o figür, tamamen gerçektir. 26 Nisan 2024 günü, çaresiz bir miyavlama sesine kulak verip, çalılıkların arasından o küçücük sarı yumağı bulup bana getiren oydu. Hera, sadece bir köpek değil; kitabın ve hayatımın "koruyucu" ruhudur.

Mavi: Yarım Kalmış Bir Prens Masalı

Ve Mavi... Hera'nın hayata döndürdüğü, evimize güneş gibi doğan o sarı sıcak enerji.

Kitabımda Mavi; kendini "Mısır Prensi" sanan, hayalleri boyundan büyük, yaramaz, laf dinlemez ve hayat dolu bir karakterdir. Neden onu böyle yazdım biliyor musunuz?

Çünkü gerçek hayatta Mavi'nin büyüyüp bir "Prens" olmaya vakti olmadı.

26 Nisan 2024'te hayatımıza giren Mavi, tam bir yıl sonra, 23 Nisan 2025'te, bir Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda melek oldu. Kaderin en acı cilvesiydi bu; bir çocuk bayramında, henüz çocukluğunu tamamlayamadan, daha 1 yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Onu kaybettiğimde, içimde tarifi imkansız bir boşluk, tamamlanmamış bir cümle kaldı.

Ama bir yazarın, kadere kafa tutabileceği tek bir yer vardır: Sayfalar.

Ben de kalemi elime aldım ve Mavi'ye gerçek hayatta yaşayamadığı o uzun, o görkemli ömrü bahşettim.

Gerçek hayatta bahçe duvarını aşamayan Mavi, kitabımda antik Mısır'ın tapınaklarında dolaşıyor.

Gerçekte bir yıl süren ömrü, romanda binlerce yıllık bir efsaneye dönüşüyor.

O artık ölümlü bir kedi değil; o, Mezopotamya'dan Mısır'a uzanan kadim bir sırrın anahtarı.

Son Söz: Kitaplar Mezartaşı Değil, Sonsuzluktur

Bu kitabı eline alan genç okurlar; Mavi'nin şımarıklığında, Hera'nın sadakatinde, Minnoş'un bilgeliğinde ve Fino'nun neşesinde sadece birer "karakter" görmesinler.

Bilsinler ki; bu sayfalarda yazarın 1975'ten 2025'e uzanan 50 yıllık dostlukları, vedaları ve hiç dinmeyen sevgisi nefes almaktadır.

Huzur içinde uyu Mısır Prensi Mavi. Gerçek dünyada sana veda ettim ama kitabımın her sayfasında, sen sonsuza kadar yaşayacaksın.

Yazar: Korkut Çetin Kitap:
Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı

08/12/2025

Veda Edemediğim Dostlarıma Bir Mektup

Çocukluğumun Sessiz Tanıklarına (Bölüm 1)

Bazı kitaplar kurgudur, bazıları ise yazarın kapatamadığı hesapları, söyleyemediği vedaları ve dindiremediği özlemleridir. "Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı"nı okuyanlar, orada Fino adında cesur bir köpek ve Minnoş adında bilge bir kedi görecekler. Onları sadece birer "roman kahramanı" sanacaklar.

Oysa onlar, benim 1970'li yıllarım... Onlar benim çocukluğumun en hakiki dostları.

(Fino: 1975'in Masumiyeti) Yıl 1975... Sokakların daha güvenli, dostlukların daha sahici olduğu zamanlar. Fino, benim ilk göz ağrımdı. Onunla evde değil, sokakta, hayatın tam içinde beraberdik. Bir yıl boyunca, bir çocuğun dünyayı keşfetme heyecanına ortak oldu.

Sonra bir gün... Bana "öldü" dediler. Çocuk kalbimi kırmamak için söylenmiş "beyaz" bir yalandı belki ama gerçeği yıllar sonra öğrendim: Başka birine sahiplendirilmişti. Fino ölmemişti ama benim dünyamdan koparılmıştı.

Kitabımda Fino'nun hiç bitmeyen enerjisi, o maceradan bu maceraya koşması tesadüf değil. O, benim zihnimde hala 1975'teki gibi koşuyor. Romanımda ona verdiğim her görev, aslında ona çocukken diyemediğim "Hoşça kal"ın ve "Seni unutmadım"ın bir yansıması.

(Minnoş: 1976'nın Asil Gölgesi) Ve Minnoş... 1976 yılında hayatıma giren o simsiyah, asil beyefendi. O, evin kedisi değildi; o, kendi krallığının hükümdarıydı. Gündüzleri sobanın yanında mışıl mışıl uyuyan o uysal kedi, gece çökünce bir pantere dönüşür, dışarıdaki avın peşine düşerdi.

1977'nin sonlarında, o da tıpkı Fino gibi hayatımdan sessizce çıktı. Çok uzaklara gitti ve bir daha dönmedi. Kitabımda Minnoş'u "Gemicilerin Kedisi", sokakları ve tehlikeyi bilen bilge bir karakter olarak yazarken, aslında 1976'da soba başında izlediğim o "çift ruhlu" (hem evcil hem vahşi) dostumu anlatıyordum.

Onlar gittiler ama ben onları kitabımın sayfalarına hapsettim. Artık kimse onları benden alamaz, kimse onları başka yere götüremez. Onlar artık Kayıp Kedi Heykelinin Sırrında, sonsuza kadar benimleler.

(Devamı Yarın: Mavi'nin Hikayesi ve Hera'nın Vefası)

04/12/2025

Çöldeki Paris mi, yoksa karanlık bir kuyu mu? (İslam öncesi Arap toplumunda "cahiliye" kavramının yanlış anlaşılması üzerine)

Tarih, kazananlar tarafından yazılır. Bu yüzden bir dönem sona erip yenisi başladığında, eski döneme dair anlatılar genellikle karikatürize edilir, basitleştirilir ve ötekileştirilir. İslam öncesi Arap toplumu için kullanılan "Cahiliye" kavramı da, tarihsel süreçte anlam kaymasına uğramış, en yanlış bilinen terimlerden biridir. Bugün ortalama bir tarih okuruna o dönemi sorduğunuzda; okuma yazma bilmeyen, medeniyetten uzak, sadece putlara tapıp kız çocuklarını gömen "ilkel ve aptal" bir toplum hayal eder.

Oysa dönemin siyasi ve sosyal yapısına mercek tuttuğumuzda, karşıma çıkan tablo hiç de "cahil" bir toplum tablosu değil. Aksine; diplomasisi, şiiri, ticaret ağları ve senatosu olan son derece karmaşık ve sofistike bir yapı görüyorum.

Öncelikle dilbilimsel bir düzeltme yapmak gerekir. "Cahiliye" kelimesi, sanılanın aksine "bilgi eksikliğinden" türemez. Bu kelimenin kökü, "yumuşak huyluluk" kavramının zıttı olan "sertlik, kabalık, öfke ve barbarlık"tır. Yani o döneme bu ismin verilme sebebi insanların aptal olması değil; kabile fanatizminin, kan davalarının ve güçlünün zayıfı ezdiği sert sosyal kuralların hakim olmasıdır. Zihinsel bir karanlık değil, sert bir toplumsal hiyerarşi söz konusudur.

Bu toplumun zeka seviyesini anlamak için şiirlerine bakmak yeterlidir. İslam öncesi Arap toplumunda şiir, bugünün "medyası" idi. Ukaz Panayırı'nda düzenlenen şiir yarışmaları, Antik Yunan'daki retorik tartışmalarından aşağı kalır yanı olmayan entelektüel düellolardı. Kabe'nin duvarına asılan şiirler, o toplumun dil ve edebiyatta ulaştığı zirveyi gösterir. Kelimelerle dans eden, hafızası bu denli güçlü ve hitabeti bu kadar yüksek bir topluma "bilgisiz" demek, oryantalist bir sığlıktır.

Siyasi açıdan bakıldığında da Mekke, başıboş bir kabile yerleşimi değil, oligarşik bir Cumhuriyet görünümündeydi. Şehrin yönetimi tek bir kralın elinde değildi. "Darü'n-Nedve" adı verilen bir meclisleri vardı. Savaş kararları, ticaret anlaşmaları ve nikahlar burada, kabile reislerinin oylarıyla karara bağlanırdı. Bu yapı, Bizans ve Sasani gibi iki dev imparatorluğun arasında, İpek ve Baharat yollarını yönetebilecek kadar diplomatik zekaya sahipti. O dönemin liderlerinin komşu devletlerle kurduğu diplomatik ilişkiler incelendiğinde, ortada çok ciddi bir "Devlet Aklı" nüvesi olduğu görülür.

Sonuç olarak İslamiyet'in doğuşunu ve Muhammed'in getirdiği sistemin neden bu kadar büyük bir devrim yarattığını anlamak için, yıktığı yapıyı doğru analiz etmek gerekir. Muhammed, "aptal" bir topluma değil; zeki, kibirli, ticareti bilen ve kendi kurduğu ekonomik düzeni korumaya çalışan "güçlü" bir statükoya karşı mücadele etmiştir. Tarihi olayları teolojik romantizmle değil, sosyolojik gerçeklerle okuduğumuzda; meselenin bir zeka sorunu değil, bir sistem çatışması olduğu netleşecektir.

02/12/2025

Coğrafya kaderdir, peki ya demografi?

Olayları nasıl isimlendirirsek, onları öyle algılarız. Bugün sınırlarımızdan içeriye kontrolsüzce akan milyonlarca insanı tanımlarken kullanılan "sığınmacı", "mülteci" veya "misafir" kelimeleri, ne yazık ki yaşanan gerçeği açıklamaya yetmiyor. Hatta bu kelimeler, asıl tehlikenin üzerini örten süslü birer şal gibi duruyor.

Çıplak gözle, hiçbir ideolojik gözlük takmadan baktığımda gördüğüm şey bir "göç" değil. Bunun adı; bir ülkenin yapısının, rızası dışında ve öngörülemez şekilde değiştirilmesidir. Yani, sessiz bir demografik işgaldir.

Bunu söylerken referansım güncel siyasetin kavgaları değil. Referansım, sosyolojinin babası İbn-i Haldun ve onun yüzyıllar öncesinden bugüne ışık tutan eseri Mukaddime.

Haldun, toplumları çok basit bir ayrımla ikiye ayırır: "Bedevi" (Göçebe/Çöl kültürü) ve "Hadari" (Yerleşik/Şehir kültürü). Ona göre bu iki kültürün dokusu, yaşam algısı, adalet anlayışı ve devlete sadakati taban tabana zıttır. Bedevi kültüründe sadakat "aşirete" iken, yerleşik kültürde sadakat "kurallara ve devlete"dir.

Bugün yaşadığımız sorun; sadece ekonomik yük veya sokaktaki asayiş sorunu değil. Sorun, Anadolu’nun yüzyıllar içinde damıttığı "yerleşik, hukuka dayalı" yaşam biçiminin; henüz ulus bilincine erişememiş, biat kültürüne dayalı bir sosyoloji tarafından aşındırılmasıdır.

Sıkça duyduğumuz "Entegre edeceğiz" lafı ise, siyaseten söylenmiş koca bir yanılgı. Entegrasyon; küçük bir grubun, hâkim ve büyük kültüre uyum sağlamasıdır. Ancak gelen kitle, nüfus yapısını değiştirecek kadar büyükse, orada entegrasyon olmaz, "çatışma" ve "gettolaşma" olur. Kendi gettolarını kuran, kendi yaşam kodlarını dayatan bir yapı, bizim toplumsal harcımızı sulandırır. Bu bir ırk meselesi değil, bir medeniyet tercihidir.

Burada iş "devlet aklı"na düşüyor. Ancak bazen duygusallıkla mantık birbirine karıştırılıyor. Şunu net bir şekilde konuşmak lazım: Devlet, soyut bir tüzel kişiliktir. Ruhu yoktur, sevabı yoktur, günahı yoktur ve en önemlisi; dini yoktur. Devletin tek bir pusulası vardır, o da adalettir.

Duygusal veya inançsal gerekçelerle sınırları kontrolsüz bırakmak, o devletin geleceğini tehlikeye atmaktır. Devlet, kendi vatandaşının huzurunu ve kültürel devamlılığını korumakla yükümlüdür. Başka toplumların bakıcısı değildir.

Coğrafya kaderdir derler. Doğrudur. Ama demografi, geleceğin ta kendisidir. "Hümanizm" adı altında bu kontrolsüz akışa sessiz kalmak, insanı sevmek değil; kendi çocuklarının geleceğini ateşe atmaktır. Biz bugün, o geleceği kendi ellerimizle karartma lüksüne sahip değiliz.

01/12/2025

Truva Atı Metodu: Bir Siyaset Bilimci Neden Gençlik Romanı Yazar?

Genellikle insanlar, Siyaset Bilimi ve tarih üzerine çalışan, 'otorite', 'egemenlik', 'teoloji' gibi ağır kavramlarla boğuşan birinin; bir grup gencin, bir kedi heykelinin peşindeki macerasını yazmasını şaşırtıcı buluyor.

'Ciddi meselelerden sıkılmadın mı?' diye soruyorlar.

Oysa cevap tam tersi. Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı, benim için bir kaçış değil, bir metottu.

Yetişkinlerin zihinleri, betonlaşmış önyargılarla doludur. Bir yetişkine antik tarihi veya eleştirel düşünceyi anlatmak, dolu bardağa su doldurmaya benzer. Ama gençler? Onların zihni, öğrenmeye ve sorgulamaya en açık hazinedir.

Okullarda tarih, genellikle ezberlenmesi gereken savaş tarihleri olarak sunulur. Oysa tarih; gizemdir, maceradır, dedektifliktir. Ben bu romanda, bir Siyaset Bilimci titizliğiyle araştırdığım antik Mısır ve tarihsel gizemleri, bir macera kurgusunun içine gizledim. Buna 'Truva Atı' diyorum. Okur, sadece heyecanlı bir macera okuduğunu sanırken, aslında arka planda tarihsel metodolojiyi, neden-sonuç ilişkisini ve arkeolojinin önemini içselleştiriyor.

Blogumun tanıtımında da dediğim gibi; burası disiplinlerin kesişim noktası. Bir yanda inanç sosyolojisi ve toplumsal tabular üzerine hazırladığım, yakında çok ses getirecek o kapsamlı dosya üzerinde çalışırken; diğer yanda gençlere (ve ruhu genç kalanlara) tarihin gizemli koridorlarında fener tutmak, benim entelektüel yolculuğumun iki ayrı değil, birbirini tamamlayan parçası.

Sonuçta en karmaşık siyasi gerçekler bile, bazen en iyi bir hikaye yoluyla anlatılır.

Eğer siz de tarihin o tozlu ama heyecanlı havasını solumak isterseniz, Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı raflarda (ve dijital dünyada) sizi bekliyor.

30/11/2025

Bir Kapıdan Fazlasını Kapatmak: 100. Yılında Tekke ve Zaviyeler Devrimi'nin Politik Anatomisi

Bugün, sosyal medya hesaplarımda da paylaştığım üzere, Cumhuriyet tarihinin en kritik kırılma noktalarından birinin, Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılmasına Dair Kanun'un kabul edilişinin (30 Kasım 1925) tam 100. yılı.

Genellikle tarih kitaplarında bu olay, "laiklik yolunda atılan bir adım" cümlesiyle özetlenip geçilir. Ancak bir Siyaset Bilimi Uzmanı olarak olaya baktığımda, orada sadece 'dini mekanların kapatılmasını' değil, çok daha derin bir 'iktidar ve otorite konsolidasyonu' hamlesini görüyorum.

Gelin, vitrinin arkasına geçelim ve 100 yıl önceki bu kararın sosyo-politik kodlarını inceleyelim.

Devlet İçinde Devlet Sorunsalı

1925 Türkiye'sini analiz ederken yapılan en büyük hata, dönemi bugünün dinamikleriyle okumaktır. Oysa o günün tekkeleri, sadece insanların ibadet ettiği masum manevi sığınaklar değildi. Yüzyıllar içinde ekonomik güç devşiren, kendi hiyerarşisini kuran ve en önemlisi 'devlet otoritesine alternatif bir sadakat merkezi' oluşturan yapılar haline gelmişti.

Siyaset biliminin temel kuralıdır: Egemenlik bölünemez.

Modern ulus devlet inşasında, vatandaşın devlete olan sadakatinin arasına giren her türlü feodal, aşiret bazlı veya teokratik ara katman, sistem için bir tehdittir. 1925'teki yasa, aslında bir 'inanç yasaklaması' değil, devletin egemenlik alanını temizleme operasyonuydu.

Zihniyet Devrimi

Mustafa Kemal ve kadrosunun fark ettiği şuydu: Kurumları (Saltanat, Halifelik) kaldırmak kolaydır, ancak o kurumları besleyen zihniyeti dönüştürmek zordur. Tekkelerin kapatılması, işte bu zihniyet dönüşümünün, yani toplumu 'kul' statüsünden 'birey' statüsüne geçirme projesinin en radikal adımıydı.

Şeyhinin iki dudağı arasından çıkacak söze iradesini teslim etmiş bir kitleyle, rasyonel düşünen modern bir toplum inşa edilemezdi.

Bugüne Not

Bugün, İslam öncesi Arap toplumundan günümüze uzanan tarihsel süreçleri incelerken de aynı metodolojiyi izliyorum. Olayları sadece "kim, ne zaman, nerede" sorularıyla değil; "güç kimdeydi, ekonomik kaynaklar nasıl dağılıyordu, kitleler nasıl yönetiliyordu" sorularıyla ele alıyorum.

100 yıl sonra bugün, o kanunun ne kadar hayati olduğunu; "aklı hür, irfanı hür, vicdanı hür" nesillerin önemini daha iyi anlıyoruz.

Tarih, sadece geçmişi anmak için değil, bugünü anlamlandırmak için vardır.

16/11/2025

Vitrinin Arkasına Yolculuk: Burası Düşüncenin Mutfağı

Merhaba,

Kitaplar, uzun yolculukların bittiği, son noktanın konulduğu 'vitrin' ürünleridir. Ancak bir fikrin doğuşu, o son noktadan çok daha karmaşık ve heyecan vericidir.

Burası, resmi web sitemdeki kurumsal duruşun kravatını gevşettiğimiz yer.

Kamu Yönetimi’nden Siyaset Bilimi’ne, finanstan afet yönetimine uzanan akademik ve profesyonel geçmişim, bana tek bir şeyi öğretti: Gerçek, disiplinler arası bir bakış açısıyla görünür hale gelir. Sadece bir tarihçi gibi arşive bakmak yetmez; bir siyaset bilimci gibi güç dengelerini, bir finansçı gibi kaynak yönetimini de okumak gerekir.

Bu blogda;

Üzerinde çalıştığım tarihsel/sosyolojik incelemelerin (örneğin İslam öncesi Arap toplumu) perde arkasını,

Kayıp Kedi Heykelinin Sırrı gibi kurgu eserlerimin yaratım süreçlerini,

Ve en önemlisi, "hazır cevapları" reddedip, "doğru soruları" sorma cesaretini bulacaksınız.

Burası bir monolog alanı değil, bir sorgulama atölyesi. Hoş geldiniz.

Çöldeki Paris mi, yoksa karanlık bir kuyu mu? (İslam öncesi Arap toplumunda "cahiliye" kavramının yanlış anlaşılması üzerine)

Tarih, kazananlar tarafından yazılır. Bu yüzden bir dönem sona erip yenisi başladığında, eski döneme dair anlatılar genellikle karikatürize ...

En Çok Okunan Analizler